GÜZEL SANATLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ


Mevlevi Âyini

Âyin tekkelerde yapılan toplu ibâdet şekillerinden biridir. Kelime anlamı âdet, töre, usûl, dinî tören, bir tarikat ya da mezhebin kendine özgü töreni, toplantıları anlamına gelir. Âyinlerde her hareket, her nüans tasavvufî düşüncelerin izlerini taşır. Birçok tarikatte kullanılan âyinler ayakta ya da oturarak okunan, değişik biçimlerde ağır ve yürük usûllerle raks ve semâ için bestelenmiş eserlerdir. Dinî mûsikîmizin en önemli kaynağı olan mevlevilik tarikatinden kısaca söz etmek konuya açıklık getirecektir:

 

Mevlânâ Celâleddin {1207-1274) Orta Asya'nın Belh şehrinde doğdu. Genç yaşında çağının ilim dallarında üstün bilgiler elde etti. Yine genç yaşında tanınmış bir bilgin olarak ailesi ile birlikte Anadolu'ya göçetti. Babası "sultanü'l-ulemâ" Bahaeddin Veled ile Nişâbur, Bağdat, Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde ve yedi yıl Larende'de (Karaman'da) ikamet ederek daha sonra Konya'ya yerleşti. Selçuklu hükümdarı I. Alâeddin Keykûbat Sarayının gül bahçesini yerleşmesi için ona hediye etmişti. Mevlânâ Celâleddin, aynı zamanda doğu dillerini ve islâmî ilimleri iyi biliyordu. Kısa sürede büyük bir ün kazanarak Konya medreselerinde ders vermeye başladı. Yıllar böylece akıp geçerken günlerden bir gün Tebriz'li Şems adında mutasavvıf bir dervişle tanışarak "Onun verdiği tasavvufî zevk ve neş'venin" etkisi ile bu düşünceye yöneldi.

 

İslâm dininde raksla ilgili ilk belgelere Meraga'lı Abdülkadir'in Mekasidü'l-Elhan adındaki eserinde, semâya ise milâdî 10. yüzyıldan itibaren bazı kaynaklarda rastlanır. Mevlânâ da etbetteki kendisinden önce var olan bu kültürün etkisindeydi. Bu düşüncelerin ışığı altında mevlevilik tarikatı kurulmuş oldu. Bu dinî kuruluş yüzyıllarca dinî mûsikîmizin ilerlemesine ve yaygınlaşmasına büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Mevlânâ Celâleddin hayatta iken henüz şekillenmemiş olan bu tarikat onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled, torunu Ulu Ârif Çelebi, Sultan Veledin torunlarından Pîr Âdil Çelebi tarafından bir takım "usûl ve erkân"a bağlanmış olduğu tahmin ediliyor.

 

Mevlânâ Celâleddin'in çevresinde her din ve inanıştan insanlar bir halka oluşturmuştu. Bu büyük din ve sanat adamının mûsikî hakkında yüceltici fikirleri vardır. Kendisinin de rebap çaldığı rivayet edilmiş, oğlu Sultan Veled'in bu sazı kullandığını bir rubâisinde belirtmiştir. Bu insanların arasında mûsikîşinas olanlar da vardı. Hanende Osman bunlardan biridir. Mûsikî için "cennet kapılarının gıcırtısıdır" demişti. Bir gün ham sofulardan birisi bu sözlerini hatırlatarak kendisinin mûsikîden hiç anlamadığını, mûsikî dinlerken zevk almak şöyle dursun, ruhunun sıkıldığını söylemişti. Mevlânâ Celâleddin ise "Biz mûsikî dinlerken cennetin kapısının açılış sesini duyuyoruz. Senin duyduğun ise aynı kapının kapanış sesidir" demişti.

 

"... Büyük Türk mutasavvufu ve mütefekkîri Mevlânâ Celâleddin Rûmî sofiyâne vecid ve istiğrakın, ilâhi ilham ve neşvenin kaynağı haline gelmiş olan gönlünü şiir, mûsikî semâ gibi üç güzel sanatın ulviyet ve kutsiyetinde eritmişti. Bu sanatlardan bilhassa mûsikîyi bütün maddi ve fizikî hadiselerin üstünde tamamen ilâhi bir anlayış ve sezişle (Elest Bezmi'nin âvâzesi) diye tarif etmişti. Eskiler Mevlânâ'nın bu tarifini şöyle izah eder: Mûsikînin âşıklara hoş gelmesinin sebebi onların Elest Bezmi'nde güzel ve ruhanî seslere alışmış ve o seslerle beslenmiş, yetişmiş olmalarındandır. Vücûd âlemine geldikten sonra o rûhanî âlemden uzak düştüklerinden ne zaman güzel bir ses, güzel bir nağme işitseler mahzun gönülleri zevk ve şevkten çırpınmaya, coşmaya ve buna uygun olarak bedenleri de harekete, semâ'a başlar."

 

"Mevlevî dergâhlarındaki tarikat âyinlerine (mukabele), semâ ettikleri yere (semâ-hâne), çalan ve okuyanlara (mutriban), bunların oturduğu balkon gibi yüksek yere (mutrib-hâne) denirdi. Mevlevîliğin belli başlı sazı ney ve kudüm iken sonraları keman, ud, rebap gibi sazlar katılmış, telleri madenî olduğu için tanbura rağbet edilmemiştir. Neyzenlerin en kıdemlisine (neyzenbaşı), kudümzenlerin en kıdemlisine de (kudümzenbaşı) denmiştir. Mevlevîlerin mukabele günlerinde çalıp okudukları bestelere (mevlevî âyini) denir. Âyinler klâsik mûsikîmizin melodi ve ritm anlayışı içinde, fakat gaye olarak tamamiyle tasavvufî neşvenin türlü heyecan ve galeyanlarını ses halinde ifadeye vasıta olan en mükemmel eserlerdir. Âyinler, yalnız sazlarla çalınan ve yine sazların refakatiyle terennüm edilen kısımları ile bir bütün teşkil ederler. Na'thanın tek olarak okuduğu na'ttan sonra süit halinde bir âyin peşrev, 1. Selâm, 2. Selâm, 3. Selâm, 4. Selâm, son peşrev, son yürük semaîden mürekkeptir. Selâmlar sözlüdür ve bir bestecinin bestelediği asıl âyinin belkemiğini teşkil eden kısımlardır. Peşrev ve semaîler ise başka bestecilerin eserlerinden baş ve sona eklenmiş sözsüz bestelerdir. Her âyin ilk selâmın bestelendiği makamın adını alır."

 

Mevlevî âyinleri için Rauf Yekta Bey şunları söylüyor: "...Türk mûsikîsinin mükemmel bir tarihi yazıldığı vakid görülecektir ki, en meşhur Türk bestekârlarının hepsi mevlevîdir. Bu üstadlar mûsikî sanatındaki zekâ ve dehalarının en büyük bir kısmını mevlevî âyini bestelemeye sarfetmişlerdir. Bunun içindir ki, mevlevî âyinleri Türk mûsikîsinin en sanatlı parçalarını havi bedialar hazinesi halini almıştır. Mûsikî üstadlarımız millî mûsikîmizin gavamızını (gizli yönlerini, sırlarını) öğrenmek için mutlaka mevlevî âyinlerini tetebbû (inceleme) lüzumunu şakirdlerine (çıraklarına) tavsiyeden hali (geri) kalmazlardı. Filhakika (gerçekten de) güzel sanatların mûsikî kısmında Türklerin ne derece muvaffak olduklarını anlamak ve asrımızda Türk ruhuna hitap edecek eserler yazabilmek için ecdadımızdan kalan bu nefis yadigârları (armağanları) ciddî surette tetkikden başka çare yoktur." Âyin bestekârlarının bizzat bestelediği dinî mahiyette peşrev ve semaîler de vardır. Peşrevlerde genellikle devr-i kebîr usûlü tercih edilmiştir. Dört selâmda kullanılan ritm şekilleri ise şöyledir:

 

1.   Selâm: Ağır düyek, devr-i revan, devr-i hindi, düyek

2.   Selâm: Ağır evfer

3.   Selâm: Devr-i kebîr (Bu selâmın sonlarına doğru ağır düyek, ağır frenkçin, çifte düyek, aksak semaî gibi usûllere geçki yapılabilir)

4.   Selâm: Ağır evfer, yani ikinci selâm gibidir; ikinci selâmın bestesi ile okunur.

 

Semahanelerde mutrib heyetinin önünde semâ yapılacak alan, bunun da tam karşısında kırmızı renkli şeyh postu bulunur. Eskiden oturulacak yerin önüne on sekiz şamdan dizilir, mumlar yakılır, yemek yenip, namaz kılındıktan sonra semahaneye girilirdi. Post ile semahanenin arasından geçtiği farzediLen yola, vahdete giden en kısa yol olarak kabul edilen "Hatt-ı İstivâ" adı verilmiştir. Neyzenler, kudümzenler, na'thanlar, âyinhanlar ve diğer sazlardan oluşan mutrib heyeti şeyhin tam karşısında kendilerine ayrılan ve mutribhâne adı verilen yerlere otururlardı. "Can"lar niyaz ederek semahaneye girer, "ayaklarını mühürleyip" dururlar. En sonra semahaneye giren şeyh onları selâmlar. Buna "baş kesme" adı verilir. Canlar da aynı hareketi yaparlar. Şeyh yavaş yavaş posta doğru ilerler; yüzü canlara doğru dönük olarak oturur. Hep birlikte yer öpülerek tekrar niyaz edilir. Semahanenin kıble tarafında sadece şeyh ve onun solunda semâzenler bulunur. Semahane yön kavramı olmayan mânâ âlemini sembolize eder. Âyin icrâsı bir ney taksimi ile başlar, yine bir ney taksimi ile son bulur. Neyzenbaşı önce rast perdesini gösterdikten sonra na'thanlardan biri semahane tarafına giderek parmaklıklı yerden şeyhi selâmlar. Buhûrlzâde Mustafa Itrî Efendi'nin rast makamındaki ünlü na't-ı şerifini okur. Peşrev çalınırken şeyh ve semâzenler "Sultan Veled Devri" adı verilen üç devir yapar. Bu devirler sırasıyla şu isimteri alırlar: Hak'kı ilimle bilmek demek olan "ilm-el-yakîn", Hak'kı görmek anlamında "Ayn-el-Yakîn", Hak'la bir bütün olmak anlamında "Hak-el-Yakîn". Devirlerin sonunda şeyh postuna geçer. Neyzenbaşının yaptığı kısa bir taksimden sonra âyin icrâsı başlar. Kollarını göğüslerinin üzerinde çaprazlama tutan semâzenler hırkalarını çıkarırlar. Şeyh de herbirinin mezartaşını simgeleyen sikkelerini öper. Bu seremoniye "görüşme" adı verilir. Böylece semâ da başlamış olur. Hem kendi etrafında hem de semahanede dönmeye başlayan semâzenlerin sağ elleri yukarıya, sol elleri aşağıya açıktır. Bu Hak'tan alıp Hak'ka vermek demektir. Birinci selâm Tanrı'nın birliğine, ikinci selâm vahdete inanma, üçüncü selâm mutlak varlığın olgunluğuna erişme, dördüncü selâm kendine dönme olarak nitelendirilir. Bunların arkasından son peşreve ve son yürük semaî de icrâ edildikten sonra Kur'an-ı Kerîm'den "Aşr" sûresi okunur ve duâ edilir. Mevlevî Gülbank"ı çekildikten sonra âyin tamamlanmış olur.

 

Bir bütün olarak icrâ edilen bu şekilden başka, gerektiğinde icrâ edilen bir de daha muhtasar olan "Niyâz Âyini" vardır. Rauf Yekta Bey bunun iki şeklini tarif ediyor; Mevlevîler hiçbir surette iane kabul etmezler, ancak "nezr-i Mevlânâ" adı verilen bir bağışı kabul ederlerdi ki, bunlara "niyâz" da denirdi. Bunun o yıllardaki asgari miktarı dokuz kuruştu. Daha fazlasını bağışlamak isteyenler bu rakamın ancak dokuz katı kadar bir parayı verebilirlerdi. Niyaz âyini yapılmak isteniyorsa mukabele günlerinde asıl âyinin bitimine yakın bir sırada ya şeyh efendi ya da orada bulunan mevlevî dostlarından birisi "niyâz" gönderirdi. Niyâz gelince şeyh efendi dervişlerin arasında dolaşan semâzenbaşını çağırır ona verir, o da bu parayı alarak mutribhâneye gider, kudümzenbaşının önünde duran kudümün üzerine bırakırdı. Bundan sonra âyin biter bitmez niyâz âyininin icrâsına geçilirdi. Bu âyinin iki şekli vardı:

 

1. Şekil: Neyzen başının segâh makamından yaptığı kısa bir taksimden sonra "niyaz ilâhisi" denen ve bestesinin Sultan Veted'e ait olduğu ileri sürülen "Şem-i rûhumu cismime pervane düşürdüm" ve bunun da arkasından "Dinle sözüm sana derim" güfteli ilâhisi okunur, bir ney taksimi ile biterdi.

 

2. Şekil: Birinci şekilde okunan ilâhilerin yerine sabâ bûselik makamındaki âyinin "Ben bilmez idim gizli-âyân hep sen imişsin" bölümü ile diğer âyinlerin birinden seçilen ve bu bölümle ilgisi bulunan,

 

Ey ki hezâr aferin bu nice sultan olur

Kul olan kişiler Hüsrev vü hakan olur

Her ki bugün Veled'e inanûben yüz süre

Yoksul ise bay olur, bay ise sultan olur

 

beyitleri okur. Aynı makamdan bir yürük semaî çalınarak yine bir ney taksimi ile âyin son bulurdu.

 

İslâm'da semâdan çeşitli kaynaklar söz eder. Bunlardan birisi şöyledir: ".... Peygamberimiz, huzurlarında güzel bir şiir okunurken vecde gelerek raks etmeye başlamışlar ve raks esnasında hırkaları yere düşmüş. Bunun üzerine Muaviye, -Ey Allah'ın elçisi ne güzel oynuyorsunuz! demiş. Hazret-i Muhammed buna karşılık, - Sus yâ Muaviye! Sevgilinin adı anılırken herekete geçmeyen insan kerîm değildir, buyurmuşlardır." Semâ kelimesinin lügat anlamı duyma, işitme, şarkı söyleme, çalgı çalma, güzel ses dinleme v.b. demektir. Mecazen de şarkı, nağme, raks, vecd yani dinî mahiyette çalgılı ve şarkılı ziyafet anlamları vardır. Sonraları sadece raks anlamını kazanmış, islâm dini ile bağdaşıp bağdaşmayacağı tartışılmıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi semâ ile ilgili ilk kayıtlara İslâm mutasavvıfların eserlerinde Hicrî 3. yüzyıldan itibaren rastlanır. Semâyı ilk kabuL eden mutasavvıf Necmüddin-i Kübrâ'dır. Mevlevîliğin kuruluş yıllarında ve daha önceki dönemlere ait semâ hakkında ayrıntılı bir belge ya da eser yoktur. Ancak semânın tasavvufî mesajlarından söz eden eserler vardır. Bunlardan Ankara'lı Şeyh İsmail Efendi'nin "Hüccettü's-semâ", mesnevihan Feyzullah Efendi'nin "İşâretü'l-Mâneviye fi Âyini'l-Mevlevîye", Ceiâleddin Ergun'un "İşâretü'l-Beşâre" gibi eserlerini sayabiliriz. Değişik amaçlarda kullanıldığı ve çeşitli sakıncalar doğurduğu için bazı esasların getirilmesi gerekmiştir. Meselâ, rastgele kimselerin önünde yapılmaması, yapılırsa da zamanı ve orada bulunan insanların ruhî durumunun dikkate alınması tavsiye edilmiştir. Mevlevîlikte semânın bildiğimiz şekline gelişinin kesin bir tarihi yoktur. Semâ, sadece mevlevîlikte değil diğer bazı tarikatte de benimsenmiştir. Gülşenîlik bunlardan biridir. Tekkelerin kapatılması ile son bulan bu törenler 1950 yılına kadar yapılmamış, bu tarihten sonra Mevlânâ Celâleddin'i anma törenlerinde yeniden icrâ edilmeye başlanmıştır. Tasavvuf düşüncesi içinde şâirlere ilham kaynağı olan semâ hakkında söylenmiş iki beyit:

 

Sen urıcak vakd-i semâ içre cerh

Şem'ine pervane olur şeş-cihât

Şeyh Galip Dede

 

Ben kara toprak olub geçdikte kabrimde sabâ

Toprağım yer yer hevâ-yı yâr ile ede semâ

Aşkî

 

Bektaşilerin "Âyin-i Cem"inin mânâ ve mahiyeti daha başkadır. Bu tür âyinlerde iki tür görüş vardır. Cemşid'in "şarap meclisleri"nin taklid edilmesinden kaynaklandığını ileri sürenler vardır. Diğer bir görüşe göre tasavvufta önemli bir mertebe olan "Cem"den doğmuştur. Bu törenler tekkelerde yapıldığı gibi evlerde de yapılabilir. Bektaşi tekkelerinde âyin yapılacak yere postlar serilir, öd ağacı buhurdanı yakılır. Âyini bir bektaşi babası ya da babanın bir yakını idare eder. Mevlevîlikte olduğu gibi yatsıdan sonra can'lar gelir ve "boyun keser", babanın avucunu öper ve ayakta dururlar. Baba "destur" verir, zâkirler nefesler, mersiyeler okur, saz çalınır, sonunda "Bektaşi Gülbankı" çekilir, tören sona erer.

 

Mevlevîlikte ileri sürülen felsefî görüşler kısaca şöyledir: İnsana "Öz" denen ilâhi ruh anlam kazandırır. Ruh ise insanın cevheridir. İnsanı, gerçeğe ulaştıran akıl değil aşktır. Aşkın başlangıcında ise her zaman için sezgi bulunur. Bu unsurlar insanı Allah'a yaklaştırır. İnsanlığa hizmet etme, başkalarına yardımda bulunma, Mesnevi okuma, aklı iyi kullanma, iman sahibi olma, içini temiz tutma gibi on iki ilkeden hareket edilir. Böylece "Âyin-i Cem-i Mevlevî" bu ilkeleri sembolize eder. Amaç Allah'a yaklaşmaksa izlenecek olan yol aşk aracılığı ile "Kemal mertebesi"ne erişmek olmalıdır. Çünkü, yaratılanların en yücesi insandır, insan Allah'ın bir parçasıdır. O halde en büyük ibâdet insan sevgisi olmalıdır. Bu görüşler tam bir "Vahdet-i Vücûd"u yansıtır. Bunların "Yeni Eflâtuncuların" görüşüne uyduğunu ileri sürenler de vardır.

 

Mevlevî düşünürlerine göre âyinler ruhların yaratılışının, dünyaya gelişinin, ölüm ve yeniden dirilişin ifadesini taşır. Bir başka görüş ise topluluğun merkezinde şeyhin bulunuşunu, çevresindeki dervişleri ile bir güneş sistemi ile gezegenlere benzetişi benimser. Mevlânâ,

 

Baza, baza her ançi hestî bâza

Ger kâfir ü gebr ü bût-perestî bâza

İn dergeh-i mâ dergeh-i novmidî nist

Sad bar eğer tövbe- şikesti bâza

 

"Gel, gel, ne olursan ol ister mecûsî, ister putperest ol gel. Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir. Yüz kerre tövbeni bozmuş bile olsan da yine gel" demişti. Bu sebeple mevlevîliğin yüzyıllardan beri varlığını koruması, geniş bir kitleyi çatısının altında toplaması, mânevi bunalımları olan insanlara bir sığınak, bir teselli kapısı olmasını bu görüş ve davette aramak lâzım gelir.

 

Mevlânâ Celâleddin'in iki büyük ve ünlü eseri "Divan-ı Kebîr"i ile "Mesnevi"sidir. Bu iki eser o çağın modasına uyularak Farsça yazılmıştır. O gün olduğu gibi bugün de yalnız İslâm dünyası ile sınırlı kalmayıp bütün dünyanın ilgisini çeken Mesnevi hakkında çok eser yazılmış, geniş çapta araştırmalar yapılmıştır. Bu kitap için ünlü bilginlerimizden Ömer Ferid Kam şu rubâiyi söylemiştir.

 

Yegâne şems-i Hûda'dır cenâb-ı Mevlânâ

Hulûs-i kalb ile kıl intisâb-ı Mevlânâ

Tarîk-i aşk-ı ilâhide rehberin olsun

Kitâb-ı pencûm-i Hak'dır kitâb-ı Mevlânâ

 

Âyinler bestelenirken sözlerin bu iki eserden seçilmesi şarttı. Bu yüzden âyinlerin sözleri farsçadır. Bu geleneğe son derece titizlik gösterilmiştir. Bundan başka âyinlerde yer yer Sultan Veled, Yunus Emre ve başka tasavvuf şâirlerinin, hattâ bazı âyin bestekârlarının Türkçe şiirlerinden bestelenmiş bölümler bulunabilir. Âyinler Türk mûsikîsinin anıtsal eserleridir. Makam, usûl, melodik seyir, modülasyon tekniği, ilâhi duyguların mûsikî ile anlatımı gibi hususları nefsinde toplamış bir başka mûsikî eseri yoktur. Bu besteler ancak o atmosfer içinde yetişen, o ilâhi heyecanı yaşayan, mistik duyuş ve sezişleri ruhuna sindiren büyük bestekârlar tarafından bestelenmiştir. H. Saddedin Arel'in elli bir adet olduğu ileri sürülen âyinleri ayrı tutulursa elimizde elli dokuz mevlevî âyininin bestesi olduğunu çeşitli kaynaklar bildiriyor. Bunlardan "Beste-i Kadîm" denen hüseyni, pençgâh, dügâh makamındaki üç âyinin bestekârları bilinmiyor. Muhtemelen 16. yüzyılda bestelendiği sanılıyor. Bunlardan sonra Edirne'li derviş Mustafa Dede'nin bayati makamındaki âyini dördüncü, Itrî'nin segâh makamındaki âyini beşinci mevlevî âyinidir. En çok âyin besteleyen bestekârların bazıları şu bestekârlardır: Hamamîzâde İsmail Dede 7, Zekâi Dede 5, Nâyî Osman Dede 4, Seyyid Ahmed Ağa 3, Hâfız Şeyda Dede 3, Ahmed Avni Konuk 3, Abdürrahîm Künhî Dede 2, Haşim Bey 2, Bolaheng Nuri Bey 2, Ahmed Irsoy 2, Hacı Faik Bey 2, Rifat Bey 2.

 

Sadeddin Nüzhet Ergun, besteleri bilinen âyinlerinin sayısını 66 olarak bildirmiştir. Yılmaz Öztuna'nın tespitlerine göre, Sadeddin Arel'in âyinleri de dahil, âyin sayısı 130'dur. Sadeddin Heper, Konya Turizm Derneği'nin aracılığı ile 42 âyinin notasını yayımlamıştır. Bu konuda en ciddi yayın İstanbul Belediye Konservatuvarı tarafından vaktiyle Rauf Yekta Bey'in başkanlığındaki bir heyet taralından yapılmıştır. Yukarıdaki rakamlara son yıllarda şu ya da bu vesilelerle bestelenen âyinlerin sayısı dahil değildir. Sadeddin Nüzhet Ergun, Abdürrahim Efendi'nin nühüft, kudümzenbaşı Ali Efendi'nin nühüft, Abdülbâki Hâfız Efendi'nin ısfahan, İsmet Ağa'nın ısfahan, Hâfız Şeyda Dede'nin hicazeyn, Ahmed Ağa'nın sabâ, Haşim Bey'in sûznâk ve şehnaz, Arif Efendi'nin mahûr, Hacı Faik Bey'in dügâh, Musûl'lu Hâfız Osman Efendi'nin hüseyni makamlarındaki âyinlerinin unutulduğunu belirtiyor. Yılmaz Öztuna'ya göre ise kayıp âyinlerin sayısı 16'dır. Yine aynı araştırmacı hiç âyin bestelenmeyen makamları da saymaktadır. Bize göre bu makamlardan da âyin bestelenmiştir.

 

Yaptığımız araştırmalardan sonra bu konuda önemli bilgiler elde ettik. TRT Müzik Dairesi Başkanlığı arşivinde bulunan İsmail Hakkı Bey kolleksiyonu tasnif edilirken tasavvuf mûsikîsi ile ilgili defterlerle Refik Fersan ve Vecihe Daryal kolleksiyonlarında bazı kayıtlara rastladık. Bunların büyük bir bölümü İsmail Hakkı Bey kolleksiyonundadır. Sadeddin Nüzhet Ergun'un bildirdiği 66 âyin listesinde bulunmayan şu âyinlerin notalarını tespit ettik: Dellâl-zâde İsmail Efendi adına kayıtlı sûznâk, Bursa'lı Osman Dede'nin nühüft, Rakım Elkutlu'nun karcığar, Hâzımü-I-Mevlevî adına hicazkâr, Rifat Bey adına eve makamındaki âyinler. Bunlardan başka bestekârı belirtilmemiş olan nevruz, muhayyer, canfeza, babatahir, eve makamlarında eksik olmakla birlikte 5 âyin notası daha bulunuyor. Bu kolleksiyonlarda âyin sayısı 52'dir. Yılmaz Öztuna'nın unutulmuş olduğunu bildirdiği 16 âyinden Ali Aşkî Bey'in hüseyni aşiran, Haşim Bey'in şehnaz, Selânik'li Derviş Necip'in sûznâk makamındaki âyinlerin notaları da aynı kolleksiyonlarda kayıtlıdır. Ayrıca bestekârı belirtilmeyen hicaz makamında bestelenmiş bir âyin daha vardır. Bu eserlerin notaları karşılaştırılarak kimlikleri kesin olarak tespit edilebilecektir. İstanbul Belediye Konservatuvarının yayımladığı fasıl defterlerinin yirmincisi karcığar âyine ayrılmıştır.

 

Ayin bestelerin yaygınlık kazanması için bir mevlevîhânede icrâ edilmesi şartı vardı. Ayrıca âyin bestekârlığı geleneklerine uyulması istenirdi. Meselâ, Haşim Bey mevlevî geleneklerinin dışına çıkarak şeyh Hasan Nazif Dede'nin bir şiirine sûznâk ve şehnaz makamından bestelediği iki âyin Beşiktaş Mevlevîhânesi'nde okunmuş; bunu işiten Konya çelebisi hem âyinlerin okunmasını yasaklamış, hem de Hasan Nazif Dede'yi azarlamıştır. Daha sonra Haşim Bey bu eserlere Mevlânâ'nın şiirlerini uygulamıştır.

 

13. yüzyılda Konya'da kurularak günden güne gelişen mevlevîlik tarikat, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde ve Osmanlı uygarlığının yapısında önemli bir unsur olarak gittikçe ilerlemiş, bir ilim ve irfan yuvası olmuştur. Başta İstanbul olmak üzere Gelibolu, Edirne, Kütahya, İzmir, Eskişehir, Tokat, Urfa ve daha başka Anadolu şehirleri ile Şam, Kahire, Halep gibi büyük merkezlerde tekkeleri açılmış, pek çok sanatkârın yetişmesine zemin hazırlamıştır. Yalnızca mûsikî değil resim, minyatür, tezhip, hat, kaa'tı, oymacılık, sedefkârlık, saatçılık, islâmi ilimler, arapça ve farsça gibi yabancı diller öğreten bir kuruluş olmuştur. Yüzyıllardan beri bir sır gibi saklanan, bir bölümü kaybolan eski "edvar" kitaplarını ilk kez ele alan yine mevlevî dervişleridir, özellikle İstanbul mevlevîhânelerinin bu konuda unutulmaz hizmetleri vardır. Buralardan büyük şâirler, bestekârlar, sazende ve hanendeler yetişmiştir. Bunlardan Itrî, Seyyid Ahmed Ağa, Sultan III. Selim, Hamamî-zâde İsmail Dede, Zekâi Dede, neyzen Aziz Dede, neyzen Salim Bey, Hacı Faik Bey, Rauf Yekta Bey, Ahmed Avni Konuk ve daha niceleri sayılabilir.

 

Mevlevî âyinlerinden Edirne'li Derviş Mustafa Dede'nin bayati makamındaki âyini için Rauf Yekta Bey şu düşüncelere yer vermiştir: "... Bayati âyinde Mustafa Dede'nin bestekârlıktaki büyük kudretini gösteren pek çok parçalar vardır. Alelhusul bu âyin, güftenin söylendiği aruz vezinlerine göre usûllere taksiminde en küçük bir ritm hatasına tesadüf edilemez. Bilakis güfte taksimlerinde zuhur eden (ortaya çıkan) müşkilatı (zorlukları) halletmekle bestekârın gösterdiği maharete hayran olmamak kabil değildir. Meselâ âyinin ikinci selâmına girerken mefâ'ilün/mefâ'ilün/fe'Ûlün vezninden olan (çü in sultan mara bende başi) matlalı beyitlerin evfer ritmi ile bestelenmesinde (çü) hecesinin kısa olmasından dolayı husûle gelen müşkilatı gören Derviş Mustafa, şiirinin başına bestekârlarca ilâvesi mûtad olan (gelenekleşen) terennüm lâfızlarından (sözcüklerinden) bir (yâr) kelimesini getirerek şiiri fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilâtün veznine nakletmiş ve bu suretle müşkilatı kolayca ortadan kaldırıp evfer usûlüne mutabakatını (uygunluğunu) temin etmiştir. Bunun gibi daha birçok üstadane meziyetleri olan bayati âyin mevlevî mûsikî üslûbunun cidden parlak bir nümunesidir." Sunduğumuz örnek ise daha yakın bir tarihte bestelenmiş olan Hüseyin Fahreddin Dede'nin acem aşiran makamındaki âyinidir. (Nota:184=1234567891011)